6 Temmuz 2022 Çarşamba

ANAMAS DAĞI’NIN ADI NEREDEN GELİYOR?

 

"Oğuzlar ve Türkmenler konusunda araştırmalar yapan Faruk Sümer’in çalışmalarında Anamas adına üç farklı coğrafyada rastlanılmaktadır. Bunlardan birincisi, Dulkadir Eli’ne bağlı Büyük Anamaslu (diğer adı Karacalu) oymağı olarak Manisa’nın Demirci kazasında; ikincisi, Halep Türkmenlerinden Dulkadirli boyundan Anamaslı (öbür adı Karacalı) oymağı olarak bugünkü Kahramanmaraş ve Gaziantep civarlarında; üçüncüsü de Anamas Dağları’nda yaylayan Anamaslı (Karacalı) oymağı olarak Eğirdir ve Beyşehir Gölleri arasındadır.”1

“Sümer’in çalışmasına göre, Isparta’daki Oğuz boylarından çoğu, yaklaşık olarak 500 yıl önce yerleşik hayata geçmişlerdir. Bunlardan Anamaslılar Aksu merkezinde, Beğdili boyu Sütçüler ilçesi tarafındaki Beydilli ve Eğirdir’in Bağıllı köyünde, Afşar boyu Yakaafşar beldesinde, Yuva boyu Eğirdir’in Yuvalı köyünde, İğdir boyu Eğirdir ve civarında, Yaka Yörükleri de Yaka köyünde yerleşik yaşama geçerek boylarının isimlerini oturdukları yere vermişlerdir.” 2

ANAMAS DAĞI’nın Antik Çağ’daki adı DİPOROZ’dur. 15-17. yüzyıl Osmanlı kayıtlarında ise İPSAHOROS olarak geçmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, daha sonraki yıllarda,  eteğinde Anamaslı  Yörükleri tarafından kurulmuş olan Anamas (bugünkü Aksu) köyünden/nahiyesinden dolayı,  dağ ANAMAS adını almıştır. 

Mehmet Demirtaş
Ankara, Temmuz 2022

 

1 Ayşe Hilal Tuztaş, Günümüzde Isparta’da Yaşayan Yörüklerin Siyasi ve Kültür Tarihleri, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, 2005, s. 73.)
2 a.g.e., s. 74

6 Nisan 2020 Pazartesi

YENİŞAR MUMA’DAKİ (GÖLKONAK) TEKKE MEZARLIĞI’NDA EBU EYYÛB EL-ENSARÎ SOYUNDAN KİŞİLER Mİ YATIYOR?


            Yenişar Muma’da (Gölkonak) halk arasında Tekke denilen yerde etrafı duvarlarla çevrili küçük bir mezarlık ve bunun içinde de yedi kişinin mezarı vardır. Bu mezarların Hz. Muhammed’in sancaktarlığını yapan ve İstanbul surları önünde şehit düşen Ebu Eyyûb el-Ensarî soyundan gelen kişilere ait olduğu rivayet edilir. Acaba öyle midir?
            Aslında söz konusu mezarlık eskiden burada bulunan Şeyh Hacı İbrahim Zâviyesi’nin mezarlığıdır. O nedenle konuyu tartışmaya başlamadan önce zâviyeler hakkında kısa ama tartışmaya ışık tutacak bazı bilgiler vermek istiyorum.
Zâviyeler, 12. ve 13 yüzyıllarda İran ve Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen ve Prof. Ö. Lütfi Barkan’ın ‘kolonizatör Türk dervişleri’ dediği insanlar tarafından kurulmuşlar ve Anadolu köylerinin İslamlaşmasına ve Türkleşmesine çok büyük katkıda bulunmuşlardır.
Bütün Anadolu’ya yayılmış olan zâviyeler, sadece Anadolu köylerinin İslamlaşmasını ve Türkleşmesini sağlamakla kalmamışlar, aynı zamanda fakirlere yemek dağıtmışlar; yolculara yiyecek ve yatacak yer temin etmişler; imardan iskâna, zanaattan ticarete, askerlikten eğitime ve yol güvenliğinin sağlanmasına kadar birçok alanda etkin hizmette bulunmuşlardır (Erdoğru, 2006: 291).
Genellikle boş ve tenha yerlerde kurulan zâviyeler ortak bir ayin ve ibadet yeri ile dervişler, yolcular ve fakirler için yemek pişirilen bir mutfaktan oluşur.
Zâviyelerin, kendi arazileri ve hayvanları vardır.
Dervişler, bizzat tarla ve bağ bahçede çalışırlar, hayvanlara bakarlar ve gerekli inşaat işlerini görürler; başkalarının sırtından geçinmezler (Barkan, 2002: 259). Onlar, aynı zamanda, Türk dilini ve İslam dinini yaymaya çalışan misyonerlerdir (Barkan, 2002: 259).
Zâviyelerin devamlılığı vakıflarca sağlanır. Zâviye kurucuları, zâviye binasını yaptıktan sonra ona vakıflar tahsis ederler. Bu vakıf gelirler daha sonra zâviye kurucusunun müritleri ya da şeyhe sevgi ve hürmet besleyen yerel yöneticiler tarafından artırılabilir (Erdoğru, 2004: 95). Hem Karamanoğulları hem de Osmanlılar zamanında zâviyeler vergilerden muaf tutulmuşlardır (Erdoğru, 2004: 97).
“Zâviye şeyhliklerinin çoğu, vaktiyle o zâviyeleri kurmuş olanların çocukları elinde ve evlatlık vakıf olarak bulunmakla beraber, zamanla nesilleri son bulunca ya da şeyhlerin bazı yolsuzlukları görülünce, yerine devlet tarafından başkalarının atandığı ve bu suretle vakfın evlatlık vakıf halinden çıkarak bir kamu vakfı haline geldiği görülmektedir.” (Barkan, 2002: 259).
“Diğer taraftan devlet için malum birçok zâviyelik yer, boş ve harap olduğu zaman, oraları tekrar şenletmeğe ve zâviyeyi işletmeğe iltizam edenlere tekrar verilmektedir. Nitekim Kütahya'da Şeyh Saltık zâviyesinin vaktiyle timara verildiği için harap olmuş bulunduğunu gören bir vilayet yazarı, onu merkeze ‘tamir eder kimse bulunur’ diye bildiriyor. Bu suretle bu zâviye şeyhliği, talibi uhdesine havale edilmek üzere, adeta askıdadır. Bu şekilde boş olan diğer bir zâviye şeyhliği için ise; Kütahya kadısı, Ahi Hızır‘ın uygun olduğunu bildirmektedir. Aynı şekilde Kütahya‘da harap bir halde bırakılmış olan Şeyh Bahşayiş zâviyesinin ‘imaretine’ İsa Fakih ‘iltizam gösterdiği için’ kendisine sadaka olunmuştur.” (Barkan, 2002: 266).
“Başlangıçta kendiliğinden bir kolonizasyon hareketini temsil eden zâviyelerin bu kuruculuk ve şeyhlik görevi, yavaş yavaş devlet oluştukça, bir memuriyet şekline girmiş ve nihayet bu devlet kurumları da soysuzlaşarak bir nevi asalak haline gelmişlerdir. O kadar ki, son devirlerin dilenci dervişleri ve tembellik yuvası haline gelmiş tekke ve türbeleriyle, söz konusu ettiğimiz kurumlar arasında hiçbir ilişki kalmamıştır.” (Barkan, 2002: 256).

***

Muma'daki Tekke Mezarlığı'na 2001 yılında Konya’dan geldikleri söylenen kimi devlet görevlileri tarafından bir yazıt dikilmiştir (Şekil 1).  Bu yazıtta İ. Hakkı Konyalı kaynak gösterilerek şu bilgiler verilmiştir: 



Şekil 1: Tekke mezarlığına dikilen yazıt

“2. MURAT DEVRİ-1430 MOMA 69 NÜFUS 60 HANE TİMAR BU KÖYDE OTURANLARDAN HACI İBRAHİM OĞLU APDİ EYYÜB ENSARİ SULTANIN NESLİNDEN OLDUĞU ESKİ DEFTERLERDE KAYITLIDIR ÖŞÜRDEN BAŞKA BÜTÜN VERGİLERDEN AFFEDİLMİŞTİR BU KÖYDE ŞEHZADENİN DÖRT MÜSELLİMİ (SİLAHLI) VARDIR BURADA YEDİ KABİR VARDIR EBU EYYÜBÜL ENSARİ NESSLİNDENDİR İSMAİL HAKKI KONYALI BEYŞEHİR TARİHİ SAYFA 145 DİKİLİŞ T. 10.9.2001”
Burada bazı yanlışlar yapılmıştır. Bu bilgilerin kaynağı olarak gösterilen İ. Hakkı Konyalı’nın Âbideleri ve Kitâbeleriyle Beyşehir Tarihi adlı kitabındaki Muma ile ilgili bilgiler şu şekildedir (Şekil 2):



Şekil 2: Beyşehir Tarihi kitabındaki Muma ile ilgili kısım (Konyalı, 1991: 145)

       “Moma. 69 nüfus 60 hane Timardır. Bu köyde oturanlardan Hacı İbrahim oğlu Abdi Eyyub Ensâri Sultan’ın neslinden olduğu eski defterlerde kayıtlıdır. Öşrden başka bütün vergilerden affedilmiştir. Bu köyde şehzâdenin dört müsellimi vardır.” (Konyalı 1991: 145).
İkisi karşılaştırıldığında görülecektir ki yazıtta yer alan “2. MURAT DEVRİ-1430”, “(SİLAHLI)”, “BURADA YEDİ KABİR VARDIR EBU EYYÜBÜL ENSARİ NESLİNDENDİR” ibareleri kitapta yoktur, uydurulmuştur.
Konyalı (1991: 125) yukarıda verilen Muma ile ilgili bilgileri "İstanbul'da ve Başvekâlet Arşivi'nde 40 numarada kayıtlı bulunan Bayezid devrine ait tarihsiz bir İlyazıcı defteri”nde bulmuştur. Beyşehir kazasının merkez mahalleleri ile köylerinin sayımını içeren bu 40 no.lu Tahrir Defteri sonradan Erdoğru (2006: 24) tarafından da incelenmiş ve 1507’ye tarihlendirilmiştir. Ona göre, bu tarihte Muma’daki yetişkin erkek nüfus 73, hane sayısı 57’dir (Erdoğru, 2006: 365).
Mehmet Akif Erdoğru tarafından Beyşehir Sancağının 1584 Tarihli Nüfus Sayımı adı altında yayımlanan Defter-i Mufassal-ı Livâ-i Beyşehir (KK 137) adlı defterde de Muma'da oturan ve Ebu Eyyûb el-Ensarî soyundan geldikleri resmen kabul edilen şu 8 yetişkin erkeğin adları verilmektedir: Mustafa oğlu Ali, Ali'nin biraderi Hamza, Ali oğlu Gül Dede, Halil oğlu Ahmed, Ahmed'in oğlu Hüseyin, Ahmed'in biraderi Abdi, Piri oğlu İbrahim, İbrahim'in oğlu Mehmed.
Aynı defterde ayrıca köydeki Hacı İbrahim Zâviyesi’nin hizmetlilerinin tasarrufunda 10 parça arazi olduğu yazılıdır. Hacı İbrahim Zâviyesi hakkında Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nün Kuyud-ı Kadime Arşivi’nde 584 numarada kayıtlı 1583 tarihli vakıf defterinde de (KK 584, s. 120b) şu ifadeler yer almaktadır (Şekil 3):



Şekil 3: KK 584’deki Şeyh Hacı İbrahim Zâviyesi Vakfı'nın kaydı

 “Vakf-ı zâviye-i Şeyh Hacı İbrahim bin Mustafa bin Süleyman, der karye-i Muma tâbi-i nâhiye-i Yenişehir min nevâhi-i el-medinetü’s Süleymaniye el-Eşrefiyye el-ma’rufeti, ber mûceb-i vakıfnâme-i şer’iyye, el-muvarrah be-tarih-i sene hamse ve sittin ve semanmie ve ber mûceb-i mukarrernâme-i Karaman Beğ hâkim-i sabık-ı vilâyet-i Karaman ber mûceb-i Defter-i Atîk.” (Erdoğru, 1989: 314).
Bu ifadeler günümüz Türkçesine şu şekilde çevrilebilir:
“Eski Defter gereği Karaman vilayetinin eski hâkimi Karaman Bey’in mukarrernâmesi gereği ve 865 [miladi 1460] tarihi ile tarihlendirilmiş şer’iyye vakıfnâmesi gereği, Beyşehir’in nahiyelerinden Yenişehir nahiyesine bağlı Muma köyünde, Süleyman oğlu Mustafa oğlu Şeyh Hacı İbrahim Zaviyesi Vakfı.”
Yine aynı vakıf defterinde Hacı İbrahim Zâviyesi'ne 1460 tarihinde avlu ve evlerin vakfedildiği belirtilmektedir (Erdoğru, 1989: 314).
Anlaşılacağı üzere, zâviye, Karamanoğulları Beyliği'nin kurucusu olan ve 1256-1261 yılları arasında hüküm süren Karaman Bey’in verdiği mukarrernâme ile yani onun onayıyla kurulmuştur. 1460 yılında ise Şeyh Hacı İbrahim Zaviyesi Vakfı kurulmuştur. Peki, bunlar neyi ifade etmektedir?
Erdoğru (1994: 98), pek çok köyün ve mahallenin zâviyeler etrafında geliştiğini söylemektedir. Bunun Muma için de geçerli olduğu, Türklerin Yenişar’a yerleşmeye başladığı bir zamanda kurulan zâviyenin etrafında göçerlerin yerleşmesiyle yeni bir köy oluştuğu anlaşılmaktadır. Onun Türklerin bölgeye yerleşmelerinden önce de var olan kadim Muma’nın hemen yanı başında kurulmuş olması ise, amacın, sadece Müslümanlara dinlerini öğretmekle sınırlı olmadığını, fakat aynı zamanda onu gayrimüslimlere de öğretmek ve yörenin İslamlaşmasını sağlamak olduğunu göstermektedir. Nitekim 15. ve 16. yüzyıl Tahrir defterlerinde Muma’da hiçbir gayrimüslim kaydına rastlanmamaktadır.
Erdoğru (1994: 89; 2006: 285), ayrıca, Osmanlı belgelerinde isimleri geçen zâviyelerin, Osmanlı hâkimiyetinden önce kurulduklarını ve adlandırıldıklarını söylemektedir. Muma’daki zâviye de Osmanlı hâkimiyetinden önce kurulmuştur. Gelgelelim adı sonradan değişmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, yörenin erken zamanda Türkleşmiş ve İslamlaşmış olmasından ve diğer bazı bilinmeyen nedenlerden dolayı zâviye önemini yitirmiş ve metruk hale gelmiştir. Hacı İbrahim, ya yöneticilerin teklifiyle ya da kendi isteğiyle, yeniden ihdas etmek üzere 1460 yılında zâviyeyi devralmış ve onun için bir vakıf kurmuştur. Artık onun adını taşıyan zâviyeye derhal avlu ve evler vakfedilmiştir ki, bu da zâviyenin yeniden canlandırılmak istendiğinin bir işareti sayılmalıdır.
Bu çıkarım oldukça mantıklıdır. Zira başlangıçta da belirtildiği gibi, zâviyeler çeşitli nedenlerle zamanla işlevsiz ve metruk hale gelebilmekte, “devlet için malum birçok zâviyelik yer, boş ve harap olduğu zaman, oraları tekrar şenletmeğe ve zâviyeyi işletmeğe iltizam edenlere tekrar verilmektedir.” (Barkan, 2002: 266). Tabi bu durumda zâviyenin günün koşullarına uygun yeni işlevler üstlenmiş olması gerekmektedir.
           Az önce söylendiği gibi, zâviyeyi yeniden canlandırmak için 1460 yılında zâviye vakfını kuran kişinin adı, Hacı İbrahim, daha doğrusu, zâviye şeyhliğini de zâviyeyle birlikte devraldığı için, ŞEYH  Hacı İbrahim’dir. Yine daha önce değinildiği üzere, 1507 tarihli 40 no.lu Tahrir Defteri’nde “Hacı İbrahim oğlu Abdi’nin Eyub Ensâri Sultan’ın neslinden olduğu” belirtilmektedir. Dikkat edilirse, Hacı İbrahim ile Abdi arasında sadece bir kuşak farkı vardır. Bu, Abdi’nin vakfın kurucusu Şeyh Hacı İbrahim’in oğlu olduğunu gösterir. Dolayısıyla, Hacı İbrahim de Ebu Eyyub Ensarî neslindendir. İstanbul’un fethinden sonra, muhtemelen atası Ebu Eyyûb’un mezarını ziyarete gelmiş, fakat ziyaretten sonra geri dönmeyip Muma’ya yerleşmiştir. 1584 tarihli Defter-i Mufassal-ı Livâ-i Beyşehir (KK 137) adlı defterde adı geçen Ensarî soyundan sekiz kişiden birinin adı da İbrahim'dir. Demek ki zâviye vakfının kurucusu Şeyh Hacı İbrahim'in adı o tarihte de hala yaşatılmaktadır.
           Şimdi yanıtlamak amacıyla başta sorduğumuz soruyu tekrar sorabiliriz: Muma’daki Tekke Mezarlığı’nda Ebu Eyyûb el-Ensarî soyundan kişiler mi yatıyor?  Cami, tekke, türbe gibi yapıların bitişiğinde yer alan ve hazîre (etrafı çalı, çit veya taştan duvarla çevrili yer) ya da vâdî-i hâmûşan (sessizler vadisi) olarak adlandırılan mezarlıklara, yapıyı yapanla tekke şeyhi gibi önemli kişiler gömülürdü (Bozkurt, 2004: 519-520). Zâviye şeyhliği de kurucunun ölümünden sonra onun çocukları ve torunları tarafından sürdürülürdü (Barkan, 2002: 269; Erdoğru, 2006:285). O nedenle, Muma’daki Tekke Mezarlığı’ndaki mezarların, Ebu Eyyûb el-Ensarî soyundan geldiğini kanıtladığımız Şeyh Hacı İbrahim ile onun çocuk ve torunlarına ait olduğu söylenebilir.
           Bu arada, “Bu mezarlar arasında ilk kurucular olan ‘kolonizatör Türk dervişleri’nin de mezarları olamaz mı?” diye bir soru akla gelebilir. Mezarlık onların zamanında kurulduysa elbette olabilir, ama içinde çok az mezarın bulunmasından dolayı, onun zâviyenin yeniden canlandırılmasından sonraki dönemde kurulmuş olma olasılığı daha yüksektir.

Mehmet Demirtaş
Ankara, Nisan 2020


KAYNAKLAR

Barkan, Ömer Lütfi. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Kolonizatör Türk Dervişleri”. Türkler, Cilt:9. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002, s.242-278.

Bokurt, Nebi. “Mezarlık”.  İslam Ansiklopedisi, Cilt 29. Ankara: TDV, 2004, 519-521.

Erdoğru, Mehmet Akif. XV. ve XVI. Yüzyıllarda Beyşehir Sancağı (1466- 1584). Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1989. (Türk Tarih Kurumu kütüphanesinde mevcut.)

Erdoğru, Mehmet Akif. “Karaman Vilâyeti Zâviyeleri’’. Tarih İncelemeleri Dergisi IX (1994), 89-158.

Erdoğru, Mehmet Akif.  Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584). İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2006.

Erdoğru, Mehmet Akif. 1466 Tarihli Akşehir Mufassal Defteri (Metin ve İnceleme). Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2015.

Erdoğru, Mehmet Akif.  Beyşehir Sancağının 1584 Tarihli Nüfus Sayımı (Beyşehir-Seydişehir-Bozkır). İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 2004.

Faroqhi, Suraiya. “The Peasants of Saideli in the Late Sixteenth Century”. Archivum ottomanicum, VIII. Wiesbaden: Harrassowitz, 1983, 215-250. 

Konyalı, İ. Hakkı. Âbideleri ve Kitâbeleriyle Beyşehir Tarihi. Erzurum: A. Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Yayını, 1991.



EKLER

EK 1: KK 584'ün Şeyh Hacı İbrahim Zâviyesi Vakfı'nın kaydını içeren sayfası 



EK 2: Erdoğru’nun yayınlanmamış doktora tezindeki Şeyh Hacı İbrahim Zâviyesi Vakfı’na ilişkin bilgilerin yer aldığı sayfa (Erdoğru: 1989: 314)




20 Ocak 2018 Cumartesi

KUBADÂBÂD

            Yeri ve Kuruluş Öyküsü
            Kubadâbâd, Selçuklular zamanında, Beyşehir Gölü’nün batı yakasında, eski adı Hoyran köyü olan ve bugün idarî yönden Beyşehir’in bir mahallesi haline gelmiş bulunan Gölyaka’nın sınırları içinde kurulmuş bir kenttir. Daha çok aynı adı taşıyan sarayı ile tanınır. Sarayın kalıntıları, anılan yerleşim yerinin 3 km kuzeyindeki Tol ya da Tolören denilen yerde bulunmaktadır.
            Kubadâbâd Saray Külliyesi ve kenti, Konya ile kışları geçirdiği Antalya ve Alanya arasında yaptığı yolculuklarda konaklamak amacıyla Selçuklu Sultanı I. Alaaddin Keykubad (1220-1236) tarafından kurulmuştur (Konyalı, 1991: 168). Onun adıyla ilintili olarak Kubadâbâd denmiştir. Kubad, Keykubat adının ikinci kısmı olup adaleti yerine getiren, hak dağıtan, hak ve adalet sahibi; Kubadâbâd ise kubadyeri, kubadsahrası, kubadın şenlendirdiği, mâmur ettiği yer anlamına gelmektedir (Konyalı, 1991: 169).
            Alaaddin Keykubad, 1227 yılında, Erzincan havalisinde hüküm süren Mengücek Hükümdarı Dâvûd-şâh ile Kayseri’de bir saldırmazlık antlaşması yaptıktan sonra, Akdeniz sahillerine doğru hareket etti. Yolda Beyşehir Gölü üzerinde çok hoşlandığı bir yerde yine kendi adına Kubadâbâd Sarayı’nın yapımına başlanmasını emretti (Turan, 2016: 375; Oral, 1953: 179). XIII. yüzyılda yaşamış İranlı tarihçi İbn Bîbî’nin Selçuknâme adlı eserinde bu olayla ilgili şu satırlar yer almaktadır:
            “Sultan [Kayseri’den hareketle], Hz. Süleyman (a.s.) gibi, soylu atının üstünde hızla yol alarak başkenti  [Konya] geçtikten sonra Egrinas gezinti yerine vardı. Orada cennetten daha güzel bir yer gördü. Ve o zaman av emiri ve mimar olan Sâdettin Köpek’e orada güzellikte cenneti andıracak ve ferahlıkta Seder ve Havarnak’ı [Sasani Hükümdarı Behram Gur’un, Irak’ta Fırat kenarındaki Hira kenti yakınlarındaki efsanevî sarayları] unutturacak bir saray yapmasını emretti. Sultan, düşüncesine göre sarayın bir planını çizdi ve özelliklerini belirtti. Sâdettin Köpek, emir gereğince az zamanda güzel ve iç açıcı manzaralara sahip, ömür uzatan köşklerle o mahalli süsledi ve yapım emrini yerine getirdi.” (İbn Bîbî, 2010: 110).
            Alaaddin Keykubad, kışı Akdeniz sahillerinde geçirip, 1228 senesi baharında Erzincan Seferi için Konya ve Kayseri’ye dönerken yolda Kubadâbâd’a uğradı. İnşaatın tamamlandığını gördü ve çok beğendi (Turan, 2016: 417).

            Kubadâbâd Sarayı
            Kubadâbâd Sarayı, kurucusu Alaaddin Keykubat’dan başka II. Gıyâseddin Keyhüsrev ve II. İzzeddin Keykâvus tarafından da kullanılmıştır. Ancak parlak zamanları uzun sürmemiş, Anadolu Selçuklu Devleti’nin çözülme süreciyle birlikte ikbali sönmüş ve Eşrefoğlu Süleyman Bey’in Beyşehir’i kurmasıyla (1300) birlikte de önemini tamamen yitirmiştir. (“Kubadâbâd.”) Hatta zamanla yeri bile unutulmuştur. Kubadâbâd'ın unutulan yeri, İbrahim Hakkı Konyalı ve Prof. Dr. Osman Turan'ın onun Beyşehir civarında olması gerektiğine işaret etmeleri üzerine, ancak 1949 yılında,  Konya Müze Müdürü Zeki Oral tarafından bulunmuştur (Aydın, 2001: 43). Daha sonra Zeki Oral, Prof. Dr. Katharina Otto-dorn ve Mehmet Önder tarfından kısa süreli kazı çalışmaları yapılmış ise de asıl sistemli kazılar, 1980’den sonra, Prof. Dr. Rüçhan Arık tarafından başlatılarak günümüze kadar sürdürülmüştür.
            Saray, 5200 m2’si kıyıda, 3000 m2’si Kız Kulesi Adası’nda olmak üzere 8200 m2’lik bir alana yayılmıştır. Yapılan kazılarla sarayın ana birimleri ortaya çıkarılmıştır. Saray külliyesinin kıyıdaki esas kısmı, kısmen ayakta duran duvarları ve tonozlarıyla diğerlerinden ayrılan biri büyük biri küçük iki saray ile cami, hamam, fırın, mutfak, depo, asker barınakları,  büyük bir av parkı ve göl kenarındaki iki bölümlü bir kayıkhaneden oluşmaktadır. Büyük sarayda kabul ve taht salonları yer almaktadır. “İbn Bîbî'ye göre taht salonu kabul salonuna açılmaktaydı ve aralarında, törenler sırasında sultanı topluluktan ayırmak üzere icabında çekilebilen bir perde bulunuyordu.” (Uğurlu, 2002:299).
Kubadâbâd Sarayı 
             Külliyenin Kız Kulesi Adası’ndaki kısmı ise haremlik ve tersaneden ibarettir.

Kız Kulesi Adası
            Kazılarda bulunan ve halen Konya’daki Çini Eserleri Müzesi’nde sergilenen çiniler, sarayın özenle bezenmiş olduğunu göstermektedirler. Taht salonu ve odaların duvarlarının, 2 m. yüksekliğe dek çinilerle kaplandığı anlaşılmaktadır. Bu çiniler üzerinde, Türk usulü bağdaş kurarak oturan sultan ve maiyeti, av partisi ve içki meclisi sahneleri ile çeşitli hayvan ve mitolojik yaratık resimleri yer almaktadır (Uğurlu, 2002: 300).
             Kubadâbâd Saray Külliyesi, günümüze ulaşabilmiş planı bilinen tek Selçuklu sarayı olup Topkapı, Edirne, hatta Yıldız gibi Osmanlı saraylarına mimari açıdan örnek oluşturmuştur. 

            Kubadâbâd Kenti
            Kubadâbâd Saray’ının çevresinde aynı isimle anılan bir kent oluşmuştur. Zeki Oral’nın 1949 yılında Kürtler (Pınarbaşı) köyü camisinin kapısı üzerinde gördüğü altı satırlık yazıtta, “Bu mescit sultanların yücesi Keyhüsrev oğlu Alaaddin Keykubad’ın -Tanrı sultanlığını sürekli kılsın- devletli günlerinde, kulların zayıfı ve Kubadâbâd Valisi olan Bedreddin Sutaş tarafından 633 hicri [1235 miladi] yılı ramazan ayında yapıldı.” denilmektedir (Oral, 1953: 176).. Kubadâbâd harabelerinden getirilip Kürtler köyündeki mescidin kapısının üzerine konulan bu yazıt, Kubadâbâd’ın 1235 yılında vilâyet merkezi olduğunu göstermektedir. Konyalı’ya (1991: 181) göre Kubadâbâd vilâyeti, Osmanlı Dönemi’ndeki Yenişehir nahiyesinin ya da aşağı yukarı şimdiki Yenişar’ın kapladığı alandan ibaretti. Oral’a (1953: 179) göre ise Kubadâbâd, Gurgurum’un yerini almıştı; zira Gurgurum ve Kubadâbâd ayrı ayrı vilâyet merkezi olamayacak kadar birbirine yakın idiler. Gurgurum, Anadolu Selçuklularının önemli bir vilâyeti idi (Erdoğru, 2006: 77). Kubadâbâd, onun sınırları içinde kurulmuştu. Gurgurum vilâyetinin merkezi de, o zamanki adı yine Gurgurum olan, bugün Beyşehir’in bir mahallesi durumundaki Gökçimen’di.
            Selçuklu Devleti’nin çöküşüyle birlikte Kubadâbad Sarayı gibi Kubadâbâd kentinin de ikbali sönmüş, gittikçe küçülerek köy haline gelmiş ve Şehirköy adını almıştır. “Muma [Gölkonak] köyünde bulunan 1714 tarihli hüccet-i şer’iyede Şehirköyü adıyla meskûn bir yer olduğu anlaşılan Kubadâbâd’ın son mahallesi de o yıllarda dağılmıştır. O halde Kubadâbâd’ın 1227-1727 yılları arasında yaşadığı kabul edebilebilir.” (Oral, 1953: 179). 

            Kubadâbâd’da Geçen Bazı Olaylar
            Kubadâbâd’da yaşanmış ve tarihe geçmiş olaylardan en önemlisi, aynı zamanda Kubadâbâd Sarayı’nın mimarı olan Vezir Sâdeddin Köpek’in orada öldürülmüş olmasıdır. Saadettin Köpek, kendisine rakip olabilecek değerli ve deneyimli ne kadar devlet adamı varsa hepsini ortadan kaldırmaya çalıştı.  Atabey Şemseddin Altun-aba, Vezir Tâceddin Pervâne, Saltanat Naibi Kemâleddin Kâmyâr gibi önemli devlet adamlarını öldürttü ve Hüsâmeddin Kaymerî, Celâleddin Karatay gibi devlet adamlarını da görevlerinden uzaklaştırttı (Kesik, 2008: 392-393). Ayrıca, Selçuklu soyundan geldiğini ileri sürerek saltanat üzerinde hak iddia ediyordu (Konyalı, 1991: 173).  Bu durumdan endişelenen Sutan II.  Gıyâseddin Keyhüsrev, oldukça usturuplu hazırlanmış bir planla onu Kubadâbâd Sarayı’nda öldürttü ve cesedini demir kafes içinde yüksek bir yere astırarak halka teşhir ettirdi  (İbn Bîbî, 2010: 160-161).88 “Sumeysat Seferi’den hemen sonra cereyan ettiği için bu olay 1238 yılında vuku bulmuş olmalıdır.” (Turan, 2016: 433).
            Selçuklu sultanlarının Kubadâbâd’a yaptıkları ziyaretlerden bazıları da tarihi olaylarla bağlantılıdır. Şöyle ki:
            -Sultan Keykubad, Mengücek Hükümdarı Dâvûd-şâh’ın sözünde durmayarak Selçuklu Devleti’ne saldırı hazırlıkları içine girdiği haberini alınca sahillerden ayrıldı. Önce Kubâd-âbâd’a uğrayıp inşaatı inceledi. Daha sonra Kayseri’ye varıp sefere girişti (1228) (Turan, 2016: 376).
            -Sultan Alaaddin, Saltuk-ili’ni (Erzurum ve havalisi) 1230 senesinde fethettikten sonra Kayseri’ye döndü ve oradan süratle Alâiye’ye vardı;  oradan da Antalya ve Kubâd-âbâd’a geçti. Halîfeden ve Eyyûbi hükümdarlarından gelen elçilerin ve emirlerin tebriklerini kabul etti (Turan, 2016: 394-395).
            -Alaaddin Keykubad, Moğolların ardından gönderdiği Kemâleddin Kâmyâr’ı ve ordunun akibetini endişe ile beklerken, Kâmyâr ve Çavlı’nın, bu münasebetle Gürcistan’a girdiklerini, zafer ve ganimetle döndüklerini öğrendi, çok memnun oldu.Kemâleddin Kâmyâr’ı Kubadâbâd’da kabul ettikten sonra Antalya ve Alâiye’ye hareket etti (1232) (Turan, 2016: 396).
            -Sultan II.Gıyâseddin Keyhüsrev, Baba İshak Ayaklanması sırasında dehşete kapılıp Kubadâbâd’a kaçtı ve orada bir adaya [Kız Kulesi] sığındı (1240) (Turan, 2016: 442-443).
            -II.İzzeddin Keykâvus ve Rükneddin Kılıç Arslan, Mengü Kaan ve Hülâgü’nün yarlık (ferman) ve kararlarına göre Selçuklu Devleti’ni aralarında paylaşıp saltanat kavgalarına son verdikten sonra (1259), İzzeddin Keykâvus Hristiyan dayıları ile Konya’yı bırakıp önce Kubadâbâd’a, sonra da Antalya’ya gidip eğlenceye daldı (1261). (Turan, 2016: 511)

            Kubadâbâd'ın Başkentliği Meselesi
            Aksarâyî’nin Müsâmeretü'l-Ahbar adlı eserinde I. Kılıç Arslan zamanında pâyitahtın Konya olduğu, keza II. İzzeddin Keykâvus’un da Konya’yı merkez kabul ettiği, IV. Kılıç Arslan’nın ise saltanat merkezi olarak Tokat’ı seçtiği belirtilmiştir (Taneri, 1966: 137)Bununla beraber, Selçuklu sultanlarının Anadolu'nun başlıca şehirlerinde tahtları vardı ve sultanlar geçici veya devamlı olarak Konya'dan ayrılıp seçtikleri bir şehirde ikamet edebiliyorlardı (Taneri, 1966: 137). Örneğin, II. İzzeddin Keykâvus, bir müddet için Konya'yı bırakıp Antalya'da oturmuştu. I. Alaaddin Keykubad da yazları Konya, Kayseri ve Sivas'da, kışları ise Antalya ve Alâiye'de kalıyordu. İlkbahar ve sonbaharda Orta Anadolu ile sahiller arasında yaptığı yolculuklarda da bir süre Kubadâbâd’da ikamet ediyordu.
            Bilal Eyüboğlu (1979: 23), Dünden Bugüne Beyşehir adlı kitabında, Kubadâbâd’dan, “Selçuklulara bir süre ikinci başkentlik etmiş” bir kent olarak söz etmektedir. Yöre halkı da Kubadâbâd’a bu gözle bakmaktadır. Ancak, temel kaynaklarda Kubadâbâd’ın başkent olduğuna dair açık bir ifade yoktur. Buna rağmen, Kubadâbâd, sultanlar için sadece bir konaklama yeri değil, yukarıda da görüldüğü gibi geçici sürelerle de olsa devlet işlerinin yürütüldüğü, elçilerin kabul edildiği bir yer olmuştur. Zaten kuruluşunda bir idare merkezi olacak şekilde tasarlanmıştır. Sultan için büyük saray, vezir için küçük saray ve devlet erkânı için köşkler yapılmıştır. Konyalı’nın (1991: 175) belirttiği gibi, Sultan Keykubat, Eğrinas’ta yapılacak saray ve kasr yerlerini planlamış, zengin emirlerinin burayı saraylarla, bağ ve bahçelerle süslemelerini emretmiştir. Nitekim günümüze kadar gelen saray ve köşk kalıntıları bu iddiayı doğrular niteliktedir. Malanda’da, Kilise ve Eşek adalarında çinilerle süslü muhteşem saray ve köşk kalıntıları tespit edilmiştir.
            Aslında başkent yeni bir kelimedir. Başkent sözcüğünün Selçuklular zamanındaki karşılıklarından biri pâyitahttır. Farsça aslı “pây-i taht” olan bu sözcük, “tahtın ayağı” anlamına gelir. Ayak, bir nesnenin üzerinde durduğu şeydir. Kubadâbâd’daki büyük sarayda bir taht salonunun bulunduğu bilinmektedir. O salondaki tahtın üzerinde durduğu ayak da Kubadâbâd’dır. Dolayısıyla Kubadâbâd’ın bir pâyitaht olduğu söylenebilir. 

Mehmet Demirtaş
Ankara, Ocak 2018 

KAYNAKLAR  

“Alanya.” Büyük Larousse-Sözlük ve Ansiklopedi. Cilt 1. İstanbul:  Milliyet Gazetecilik A.Ş., 1986, s. 322. 

Aydın, Bekir. Konya Tarihi ve Kültürü. Basılmamış Mezuniyet Çalışması. Lefkoşa: Yakın Doğu Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 2001, s. 43-44. 

Erdoğru, Mehmet Akif.  Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584). İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2006. 

Eyüboğlu, Bilal. Dünden Bugüne Beyşehir. Konya, 1979.

İbn Bîbî. Selçuknâme. Çev. Mükremin Halil Yinanç. İstanbul: KİTABEVİ, 2010. 

Kesik, Muharrem. “Sâdeddin Köpek”. İslâm Ansiklopedisi. Cilt 35. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2008, 392-393. 

Konyalı, İ. Hakkı. Âbideleri ve Kitâbeleriyle Beyşehir Tarihi. Erzurum: A. Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Yayını, 1991.

“Kubadâbâd.” Büyük Larousse-Sözlük ve Ansiklopedi. Cilt 14. İstanbul:  Milliyet Gazetecilik A.Ş., 1986, s. 7123. 

Oral, Zeki. “Kubâd-âbâd Nasıl Bulundu?”  Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2/2 (1953), 171-194. 

Uğurlu, Kâmil. “Kubâdâbâd Sarayı”. İslam Ansiklopedisi. Cilt 26. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2002,  299-300.

Taneri, Aydın. "Müsameretü'l-Ahbar'ın Türkiye Selçukluları Devlet Teşkilatı Bakımından Değeri".  Tarih Araştırmaları Dergisi, c. 4, sayı: 6, Ankara, 1966, ss. 127-171. 

Turan, Osman. Selçuklular Zamanında Türkiye.  İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2016.


31 Ekim 2017 Salı

YENİŞAR’IN OSMANLI TAŞRA ÖRGÜTLENMESİNDEKİ YERİ

            Yenişar’ın içinde bulunduğu Beyşehir bölgesi, 1466 yılında Osmanlı topraklarına katılmıştır. Fethin hemen ardından yapılan ilk sayımı içeren ve Mehmet Akif Erdoğru tarafından 1466 Tarihli Akşehir Mufassal Defteri adıyla 2015 yılında yayımlanan Tahrir Defteri’nde (MM 241) Şehirköy, Muma (Gölkonak), Kürdler (Pınarbaşı), Küre ve Hoyran (Gölyaka), Beyşehir vilâyetinin1 Yenişehir (Yenişar) nahiyesine bağlı köyler olarak yer almaktadırlar. Kurucaova, Bademli ve Yenice köylerinin ise defterde kayıtları bulunmamaktadır. Buradan hareketle bu köylerin daha sonraki yıllarda kuruldukları söylenebilir, ancak anılan defterin günümüze tam olarak ulaşmadığı da bilinmelidir.
            Karaman eyâletinin kurulmasıyla2 birlikte Beyşehir sancak yapılarak bu eyâlete bağlanmıştır. 1483 ile 1511 yılları arasında Konya valisi olan Şehzade Şehinşah’ın Beyşehir sancağından has gelirlerine sahip olmasından buranın da kendisine verildiği, Konya ile birlikte Beyşehir’i de yönettiği anlaşılmaktadır. Nitekim 1507 tarihli 40 no.lu Tahrir Defteri’nde Muma’da Şehzade’nin 4 müselliminin bulunduğu belirtilmektedir (Konyalı, 1991: 145).
            Şehinşah’ın 1511 yılında ölmesinden sonra bir süre daha şehzadeler tarafından yönetilen Beyşehir sancağı, 1522 yılında Beyşehir ve Seydişehir olmak üzere iki kazaya ayrılarak sancağın başına sancak beyi ve kazalara kadılar atanmıştır. Bu bölünme ile birlikte Yenişehir nahiyesi, Beyşehir kazasına bağlanmıştır. Yapılan sayımlardan anlaşıldığına göre, bu durum, XVI. yüzyılın sonuna kadar sürmüştür.
            “Beyşehir sancağının XVII. ve XVIII. yüzyıllardaki kazaları; Beyşehir, Bozkır, Seydişehir, Göçü, Kaşaklı (Yenişehir) ve Kırili”dir (Bilge, 2011: 58). Yenişehir’in bu dönemde Kaşaklı kazasının bünyesinde bulunduğu anlaşılmaktadır.
            1797 yılında Beyşehir sancağının bütün kazaları Bozkır Madeni Emaneti’ne3 bağlanmışlardır (Muşmal, 2005: 39). Bağlanan kazalar arasında Yenişar da vardır. Ancak Yenişar 1802 yılında madenden çıkarılmıştır (Şafakcı, 2017: 175).  Daha sonra yeniden madene dâhil edilmişse de bir süre sonra tekrar çıkarılmış ve 1817’deki bağlanma isteği de geri çevrilmiştir (Şafakcı, 2017: 176).  Konumuzla ilgili olarak bundan çıkan önemli bir sonuç şudur: Yenişehir yöresi, XVIII. yüzyılın sonları ile XIX. yüzyılın başlarında artık Yenişar olarak adlandırılmakta ve Beyşehir sancağının bir kazası olarak karşımıza çıkmaktadır. Beyşehir sancağının o tarihlerdeki diğer kazaları ise Beyşehir, Seydişehir, Bozkır, Kırili, Göçü ve Kaşaklı’dır (Muşmal, 2005: 37).
            "Beyşehir Sancağı, XVIII. yüzyıldan XIX. yüzyılın ikinci çeyreğine kadar genellikle birkaç sancak ile birleştirilmek suretiyle mutasarrıflar tarafından, bu dönemden müşirliklerin kurulmasına kadar geçen sürede ise Mukataat  (daha sonra Mansûre) Hazinesi4 tarafından yönetilmiştir."  (Muşmal, 2013: 372).  
            1836 yılında Redif Askeri’nin5 daha uygun şartlarda eğitim yapmasını sağlamak için müşirlikler kurulmuş ve Beyşehir sancağı Konya Müşirliğine dâhil edilmiştir (Muşmal, 2005: 59).
            Tanzimat’ın ilanından sonra malî reformları bölgesel düzeyde yürütmek üzere 1840 yılında eyaletlerde muhassıllık teşkilâtı kurulmuştur. Kurulan 50 muhassıllıktan biri de Konya eyâletine6 bağlı Beyşehir muhassıllığıdır. Beyşehir muhassıllığının 12 kazası bulunmaktadır. Bunlar Beyşehir, Göçü, Kaşaklı, Kırili, Yenişar, Seydişehri, Bozkır, Akşehir, İshaklı, Ilgın, Argıdhanı ve Doğanhisarı’dır (Muşmal, 2005: 63).
            1842’de muhassıllığın kaldırılmasından sonra, Beyşehir sancağı, Konya eyâletine bağlı bir sancak olarak, varlığını 2 yıl daha devam ettirmiştir. Bu tarihlerde Beyşehir sancağı dâhilinde yine aralarında Yenişar’ın da olduğu muhassıllık dönemindeki 12 kaza bulunmaktadır (Muşmal, 2005: 63).
            1844 yılında Beyşehir’in sancak statüsü kaldırılarak Konya sancağına bağlı bir kaza haline getirilmiştir. Beyşehir sancağının kazalarından olan Kırili, Göçü, Yenişar ve Kaşaklı ise Konya sancağına bağlanmışlardır (Muşmal, 2005: 15, 16). Böylece, yaklaşık 370 yıl Karaman eyâletine bağlı bir sancak olan Beyşehir, bu tarihten sonra varlığını kaza olarak sürdürmüştür (Muşmal, 2005: 68).
            1864 yılında yayınlanan Vilâyet Nizamnâmesi ile eyâletler kaldırılarak yerine sancaklardan oluşan vilâyetler kurulmuştur. Pilot bölge olan Tuna vilâyetinde alınan başarılı sonuçlar üzerine anılan nizamnâmede bir iki küçük değişiklik yapılarak bütün imparatorluğu kapsayacak şekilde 1867 yılında yeniden bir nizamnâme yayınlanmıştır (Muşmal, 2005: 69). Bu nizamnâmeyle önceki mevzuatta yer alan “her kaza bir müdürlüktür”7 ifadesi, “her kaza bir kaymakamlıktır” biçiminde değiştirilerek kaza yönetimi kaymakama, sancak yönetimi mutasarrıfa bırakılmıştır (Muşmal, 2005: 69). Yine aynı nizamnâme ile Karaman eyâleti kaldırılarak Konya vilâyeti kurulmuş ve Beyşehir kazası, bu vilâyet bünyesindeki Konya sancağına bağlanmıştır.
            1868, 1869 ve 1872 yıllarına ait olan Konya salnamelerinde Beyşehir’e bağlı biri Kırili, diğeri Yenişar olmak üzere iki nahiye görüldüğü halde, 1872 yılından sonraki salnamelerde Beyşehir kazasının nahiyesi olarak sadece Kırili belirtilmektedir (Akandere, 2006: 596). Bu da bize Yenişar nahiyesinin Beyşehir kazasından ayrıldığını göstermektedir. Nitekim 1872’de Bademli ile Hoyran arasında çıkan bir arazi anlaşmazlığı yüzünden Bademli, Yenice, Muma ve Kürdler, Şarkikaraağaç’a bağlanmışlardır (Karaca, 2006: 77). Bunlar 1874’e kadar Yenişar nahiyesi içinde kalmışlar, bilahare ayrı ayrı köyler haline gelmişlerdir (Karaca, 2006: 77, 78).
            1920’de Yenişar tekrar Beyşehir’e bağlı bir nahiye olmuştur. Isparta’nın vilâyet olup Şarkikaraağaç’ın oraya bağlanmasıyla birlikte Bademli, Kürdler, Yenice ve Muma dilekçe vererek, yedi ay Beyşehir yönetiminde kaldıktan sonra, yeniden Şarkikaraağaç yönetimine geçmişlerdir  (Karaca, 2006: 100).
            20 Mayıs 1990’da Yenişarbademli ilçe yapılmış, Yenice ve Kürdler (Pınarbaşı) mahalle, Gölkonak ise köy olarak oraya bağlanmışlardır (Karaca, 2006: 101). 12 Kasım 2012 tarihinde çıkarılan 6360 Sayılı Yasa’nın 2014 yılında yürürlüğe girmesiyle de Kurucaova ve Hoyran (Gölyaka) Beyşehir’in mahalleleri olmuşlardır. 

Mehmet Demirtaş
Ankara, Ekim 2017 


1 “İdarî bir terim olarak vilâyet kelimesinin on beş ve on altıncı yüzyıllardaki anlamı açık değildir. Çoğu zaman nahiye, kaza ve hatta eyâlet/beylerbeylik anlamlarına gelebilmektedir.”  (Erdoğru, 1992: 425).
2 “Karaman eyâletinin kurulduğu tarihi Şehabettin Tekindağ 1474, Nejat Göyünç 1481, Halil İnalcık 1468-1512 arası, M.Akif Erdoğru ise 1476 olarak kabul etmektedirler.” (Bilge, 2011: 51). 
3 17761839 yılları arasında işletilen Bozkır madeninde elde edilen ürünler kurşun, altın ve gümüştür. Kömür, kütük, amele ve cevherin taşınması gibi gereksinimlerin karşılanması için civardaki bazı kazalar madene bağlanmıştır. Bunların sayısı üretim durumuna göre zaman içinde değişiklik göstermiştir.  Madendeki idari yapı, özerk bir şekilde oluşturulmuş ve bu nedenle hiçbir idareci, maden eminine ve maden bölgesine kendilerine herhangi bir emir verilmedikçe karışamamıştır. Madene bağlı kazaların ahalisi yükümlülüklerini aynî ya da nakdî olarak yerine getirmişler, buna karşılık bazı vergilerden muaf tutulmuşlardır  (Şafakcı. 2017: 165, 166).
4 Mukataat Hazinesi, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması üzerine kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye Ordusu’nun gereksinimlerinin karşılanması ve buna ayrılan kaynakların yönetimi için oluşturulmuş olup daha sonra Mansûre Hazinesi adını almıştır.
5 Redif, ihtiyat ya da yedek anlamına gelir. Yeniçeriliğin kaldırılıp Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye Ordusu’nun kurulmasından sonra, hem taşrada asayişi sağlamak hem de savaş zamanında düzenli orduyu desteklemek amacıyla terhis edilmiş askerlerden oluşan, tam adı Redîf-i Asâkir-i Mansûre olan Redif Teşkilâtı kurulmuştur. Bu teşkilât, Balkan Savaşları’ndaki başarısızlığı yüzünden, 14 Şubat 1913’te hazırlanan Teşkilât-ı Umûmiyye-i Askeriyye Nizamnâmesi ile ortadan kaldırılmıştır (Beşikçi, 2013: 216-218).
6 Tanzimat Dönemi’nde Karaman eyâleti yerine Konya eyâleti denmiştir.
7 1842 yılınında, adlî bir birim olan kaza idarî bir birime dönüştürülerek yönetimi seçilmiş bir müdüre bırakılmıştır. Müdürün başlıca görevleri; vergilerin toplanmasını, halkın güvenliğini ve Tanzimat’ın getirdiği yeniliklerin uygulanmasını sağlamaktır (Muşmal, 2005: 70-73).


 
KAYNAKLAR

Akandere, Osman. “Konya Vilâyeti Salnamelerine Göre Beyşehir Kazası”. I. Uluslararası Beyşehir ve Yöresi Sempozyumu Bildiriler Kitabı, 11–13 Mayıs 2006, Konya, 594-603.

Beşikçi, Mehmet. “On Yıllık Harp ve Topyekûn Seferberlik”. Osmanlı Askerî Tarihi: Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri, 1792-1918. Ed. Gültekin Yıldız. İstanbul: Timaş Yayınları, 2013, 205-226.

Bilge, Sadık Müfit. “Karaman Eyâleti’nin Tarihî Coğrafyası ve İdarî Taksimatı (XV.-XVIII. Yüzyıllar)”. İçinde: International Review of Turkish Studies, Spring 2011, Volume: 1, Issue: 1, pages: 50-66.

Erdoğru, Mehmet Akif. 1466 Tarihli Akşehir Mufassal Defteri (metin ve İnceleme). Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2015.

Erdoğru, Mehmet Akif.  Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584). İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2006.

Erdoğru, Mehmet Akif. “Karaman Vilâyetinin İdari Taksimatı’’. Journal Of Ottoman Studies, XII. Ed. Halil İnalcık, N. Göyünç, H. Lowry, İ. Erünsal. İstanbul, 1992, 425-430.

Karaca, Veli. Belgelerle Yenişar. Isparta: Kardelen Sanat Yayınları, 2006.

Konyalı, İ. Hakkı. Âbideleri ve Kitâbeleriyle Beyşehir Tarihi. Erzurum: A. Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Yayını, 1991.

Muşmal, Hüseyin. “XVIII. Yüzyılda Beyşehir Sancak Yönetimi ve Yöneticileri”. Prof. Dr. Nejat Göyünç Hatıra Sayısı. Ed. Prof. Dr. Hasan Bahar. Konya: Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2013, 365-392.

Muşmal, Hüseyin. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Beyşehir ve Çevresinin Sosyal ve Ekonomik Yapısı (1790-1864). Yayımlanmamış Doktora Tezi.  Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2005.

Şafakcı, Hamit. “Bozkır Madeni Emaneti Kazalarının Yükümlülükleri (1776-1839)”. Tarihin Peşinde: Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi. Yıl: 2017, Sayı: 17, Sayfa: 163‐191.